SALİH MİRZABEYOĞLU VE DÜŞÜNCESİ HAKKINDA FATMA PARMAKSIZ’LA SÖYLEŞİ

Şehrengiz Dergisi’nin Fatma Parmaksız ile yapmış olduğu söyleşi…

Salih Mirzabeyoğlu kimdir?

Sayın MİRZABEYOĞLU’nun kimliği ve kimliğinin mahiyeti fikirleri kitaplık çapta işlenecek bir mevzuu olmakla beraber burada sorunuza ilişkin birkaç noktalamada bulunmak gerekirse: 1950 Erzincan doğumlu, baba soyu Halid Bin Velid Hazretleri’ne dayanan bir secereyle Muş kökenli bir ailenin çocuğu olarak ilk, orta ve lise öğrenimini Eskişehir’de yapmış. Önceleri Akıncılar Derneği’nde etkin olmuş. 1975’te Gölge Dergisi’yle yayıncılığa başlayan Sayın MİRZABEYOĞLU’nun bazı yazı ve şiirleri ise lise yıllarında yayınlanmaya başlar, daha sonra 1979’da da Akıncı Güç Dergisi’ni çıkarır. Gençlik yıllarında -15 yaşında lise öğrencisiyken- ÜSTAD NECİP FAZIL’ı tanıyıp fikirlerini benimseyen Sayın MİRZABEYOĞLU, ÜSTAD’ın vefatının ardından 1984’te İBDA’yı kurarak o günlerden bu güne BÜYÜK DOĞU fikir sistemini İBDA adıyla, mana ve muhtevasıyla sürdüren İBDA Fikir Sisteminin Mimarı. Resme ilgisi var, çizimleri var. ELİF adlı eseri resimle alakalı. ÜSTAD NECİP FAZIL’ın kendileri hakkındaki ifadesiyle “Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi…” “Mücerret fikir istidadına sahip müstesna genç, ÜSTAD’ın “Genç adam, bu düstur sana emanet olsun!” diyerek emaneti devrettiği GENÇ ADAM, SALİH MİRZABEYOĞLU.  Hukuktan edebiyata, sanattan hikemiyata, iktisattan ahlaka, “Hakikat-i Ferdiye”den sahabilere, tarih muhasebemizden istikbâlimize, -madde-den fiziğe, “Filistin Meselesinden” “Kürt Meselesine”, “cemaat ve aksiyon”dan “topluluk hakikati”ne, Doğu’dan Batı’ya “Dünya Düşünce Tarihine”, “ideolocya”dan “ihtilâl”e ve “Yeni Dünya Düzeni”ne Anadolu’dan Mora’ya, Mindanoa’ya birçok mevzu etrafında yazdığı 57 eserin (bunlardan bir kısmı 15 yıllık cezaevi hayatındaki döneme ait) yazarı. Bu eserlerin muhtevasıyla birlikte dil ve üslubuna bakıldığında Sayın MİRZABEYOĞLU’nun yazarlardan bir yazar olmadığı da ayırt edilir, farkı fark ettirir muhataplarına. Başta, ŞİİR VE SANAT HİKEMİYATI adlı eseri olmak üzere, eserlerinde şiir ve sanatın hikemi münasebetlerini de ortaya koyan bir şair… İslâm ihtilâl – inkılâpçısıyım…”

28 Şubat öncesi ve sonrası ile Mirzabeyoğlu’nun tutuklanması, yargılanması sürecini sebep ve sonuçlarıyla beraber anlatır mısınız?

Önce 28 Şubat’ın dünü bugünü üzerine bir şeyler söylemek gerekirse, bu Cumhuriyet’ten de önce başlatılan  İttihat ve Terakki’nin provokasyonlarıyla, gayri müslimlerin, Ermeni ve Yahudi lobilerinin faaliyetleriyle körüklenen, kotarılan ve tabii ki sosyal, siyasal, hukuki, ahlaki hatta ekonomik yönü olan bir süreç.

Zaman zaman Cumhuriyet tarihinin belli dönemlerinde çok daha yıkıcı olan 28 Şubat’çı faaliyetlerin hedefi belli. Batılı, Batıcı, emperyalist, laik Kemalist rejimin hayatiyeti için sisteme kan pompalamak. Tabii ki bu pompalanan da rejimin potansiyel tehlike olarak gördüğü Müslüman Anadolu’nun kanı oluyor. Yine rejim insanları, halkı, milleti uyandıracak fikirleri kendi için en tehlikeli görüyor. Alimler, mütefekkirler üzerinden en büyük zulmü yapan da TC. İstiklal Mahkemeleri’yle, yargısız infazlarla, idamlarla canlarına kastedilen, zulmedilen masumların sayısını bilemiyoruz. İşte böylesine bir 28 Şubat geleneğinden geliyoruz.

Hal böyleyken Mütefekkir SALİH MİRZABEYOĞLU üzerinden de aynı oyun sergilenmek istenir. Rejim kendi hayatiyetine karşı tehlikeli görür SALİH MİRZABEYOĞLU’nu ve fikirlerini.

İlkin 1991’de SALİH MİRZABEYOĞLU’nun mesnetsizce tutuklanmasıyla başlar “Tiyatro”. Körfez Savaşı, Saddam, Irak, yurdun çeşitli illerindeki bazı eylemler, İBDA ve MİRZABEYOĞLU ile alakalandırılmaya çalışılsa da dönemin şartları gereği 163. maddenin kaldırılmasıyla uzun sürmez bu ilk perde. 4 ay gibi bir süre sonrasında Sayın MİRZABEYOĞLU ve birkaç gönüldaş tahliye olur. Ve yıl 1997’nin Şubatı’dır. Tanklar, asker, brifing, BÇG, siyaset, hukuk, medya, başörtüsü yasağı, İHH’lerin orta kısmının kapatılması, kamusal alanlar ve yasaklar o günlerde en çok duyduğumuz ve en çok konuşulan mevzuulardır.

Hedef gözetir rejim. Bu hedef hakiki manada İslam ruh köküne bağlı herkes, her kesimdir. Ancak bu herkes ve her kesimden ziyade asıl hedef SALİH MİRZABEYOĞLU’dur. Tabii ki bu rast gele bir seçim değildir. Çünkü 28 Şubat’a ve 28 Şubat’çılara karşı “MÜSLÜMANLAR DİK DURUN KARŞINIZDA LEŞLER VAR!”  diyen MİRZABEYOĞLU direnişin sembolüdür. Aralık 1998’de çocuğunun okulunun önünden hukuksuz bir şekilde götürülüşünden bu güne kadar esir tutulan Sayın SALİH MİRZABEYOĞLU;  2001’de idama, ardından da ağırlaştırılmış müebbete çarptırılır. 2005 yılından beri hücrede, 2000 yılından bu yana da yani 13 yıldır TELEGRAM İşkencesi altında. Burada TELEGRAM – Zihin Kontrolü üzerinde biraz durmak istiyorum.

Bilinen ifadesiyle Zihin Kontrolü, MÜTEFEKKİR’in telifi kendisine ait olan ifadesiyle TELEGRAM, zihnin kontrol altına alınarak iradenin ele geçirilmesi anlamında tıbbi, fiziki, psikolojik, para psikolojik, teknolojik vesair yönleri olan ve elektromanyetik dalgalarla gerçekleştirilen bir işkence.

Bu yolla MÜTEFEKKİR’in fikirlerine müdahale edilerek onu itibarsızlaştırma hedefleniyor. Bu işkencenin hususiyetlerini, nedenini, nasılını ortaya koyuyor Sayın MİRZABEYOĞLU özellikle TELEGRAM ve ÖLÜM ODASI adlı eserlerinde.

Sayın MİRZABEYOĞLU, yıllarca TELEGRAM’a karşı mücadele verirken fikirlerini ortaya koymaya, eser vermeye de devam etmektedir. Böylece de bellidir ki TELEGRAM amacına ulaşmamıştır, ulaşmayacaktır da.

MÜTEFEKKİR’in  bu şartlarda yazdığı savunması da kitaplık çapta bir eser niteliğindedir aynı zamanda. Hakkındaki tüm suçlamaları reddettiği bu tarihi savunmada kendisinin tutuklanma ve yargılanma sürecini,  uğradığı hukuksuzlukları ortaya koymakla birlikte birçok meselenin de izahını ve değerlendirmesini yapar.

Sayın MİRZABEYOĞLU savunmasından bir-iki hususu –kendi ifadesiyle- aktarmak istiyorum müsaadenizle:

“1975’den beri dergi kitab faaliyetleri hâlinde fikir üreten ve 1984’ten beri de bunu İBDA markası ile gerçekleştiren ben, “fikir suçu” kapsamında doğrudan şahsî faaliyetimle ilgili olarak suçlanabilmem durumu bir yana, ne dün için, ne bugün ve ne de yarın, benden yapılan iktibaslar veya bana yapılan atıflardan dolayı, legal veya illegal işlerin mesulu tutulamam…”  “….İBDA markası altında çeşitli mevzulara dair düşüncelerimi beyân ediyorum… Düşünce beyân edenle muhatabları arasındaki farkı da, her düşünce için geçerli olmak üzere, “ben bıçak yaparım; isteyen ekmek keser, isteyen adam” sözüyle ifâde ediyorum. … Neticede de, ne legal ve ne de illegal hiç bir İBDA-C’nin lideri değilim… Bu çerçevede, beni suçlamak için, bana olan bağlılıktan bahsetmek, “suçun şahsiliği prensibi”ne aykırıdır.” derken bu davadaki hukuksuzlukları ve çelişkileri de ortaya koyuyor Sayın MİRZABEYOĞLU

İşte bu “Fikir”in tesis edeceği cemiyet nizamından rahatsız olan zihniyet mensupları,  MİRZABEYOĞLU’nu itibarsızlaştırarak, ademe mahkûm etmeyi planladılarsa da şükür ki plan tutmadı. O, bu hain planı ve sonu başından belli olan bu oyunu, oyuncuları ifşa ederek, hakkında verilen idam cezasının ardından şu tarihi sözü söyledi:

“TİYATRO BİTTİ”

Onbeş yıldır içerde olan Mirzabeyoğlu için son iki yıldır özgürlük isteyen İslamcılar 13 yıldır neredeydiler. Son zamanlarda Mirzabeyoğlu’nun özgürleşmesi için sıkça gündeme gelmesi bazı kesimlerde sisteme dâhil edilmek isteniyor algısını oluşturdu. Gerçekten de böyle midir? 

 MİRZABEYOĞLU DAVASI siyasi kimliği, ideolojik tercihi, etnik kökeni, uyruğu, hatta dini inancı farklı olabilen her kesimden insan için bir turnusol kâğıdı oldu kanaatimce. Sizin de işaret ettiğiniz gibi bu turnusol kâğıdı yıllarca renksiz kaldı İslami kesimde ve birçok kimsede. Kırmızı veya mavi, ak ya da kara; rengini belli etmek istemediler bazıları MİRZABEYOĞLU hususunda. Bu bir hakikat. Ancak bugün bundan ziyade MİRZABEYOĞLU ile ilgili gelinen toplumsal mutabakatı değerlendirmek ve buna vurgu yapmak daha doğru olacaktır diye düşünüyorum. Bunu derken de hafıza kaybına uğramış değiliz. Geçmişi eksileriyle hatırlamamız bugünü ve yarını inşallah artılarıyla temin edebilmemize engel teşkil etmemeli.

 Niyetleri bilen Allah’tır diyoruz. SALİH MİRZABEYOĞLU, özgürlüğü ve kendisine uygulanan TELEGRAM işkencesinin son bulmasıyla ilgili sarf edilen her sözün, yazılan her kelimenin, atılan her adımın iyi niyetlerle ve gerçekten bir uyanışla olduğuna kâni olmak istiyoruz. Birilerinin birilerine bir şeyler isbat etme meselesi değil bu. Çünkü şahid Allah’tır. Ve nihai olarak kim ne yaparsa kendine yapar.

Şu da bilinmeli Sayın MİRZABEYOĞLU’ nun özgürlüğü hangi çevreden olursa olsun kimseden beklenen bir lütuf değil, dünya ve ahirette alınacak bir hak ve sorulacak bir hesaptır. Sisteme entegre etme meselesine gelince, bu gayretkeşliğin bir realitesi olabilse dahi mümkünatı yoktur. MİRZABEYOĞLU tavrı, fikirleri buna geçit vermez!

Türkiye’deki yargı süreçlerini göz önüne alırsak düşünce ve fikirlerinden dolayı idamı istenen ve hala hangi suçtan dolayı içerde olduğu bilinmeyen bir insana bakış açısı nasıl olmalıdır.

Meselenin düğümlendiği nokta işte tam da burası bence. Yargı, hangi yargı? Hukuk, hangi hukuk? Hukuku temin edemeyen bir yargı, adaleti temin edemeyen bir hukuk? “Edemeyen” derken opsiyon tanımış da olmak istemem. O yüzden etmeyen diye düzelteyim.

Şimdi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasal bir hukuk devleti, değil mi? Din ve vicdan özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü anayasa teminatı altındayken diğer taraftan fikirlerinden dolayı idam cezasına çarptırılabiliniyor. Din ve vicdan özgürlüğü ise ha keza… Netice itibariyle anayasayı ihlal eden bir hukuk, hukuku ihlal eden bir anayasa. Yani balık baştan kokuyor. Birbirini bütünlemeyen parçalar, bütünü teşkil edemediğinde ortaya yargısıyla ve tabii ki buna yasama ve yürütmesi de dahil, garip bir yapılanma çıkıyor. Bu da bana Bremen Mızıkacıları masalındaki resmi hatırlatıyor. Bir orkestra; ama herkes ayrı telden çalıyor.

Yargının bağımsız olmadığı sembol bir dava MİRZABEYOĞLU DAVASI. Davanın ilk hâkimi Sedat Karagül’ün davaya ilişkin itiraf niteliği taşıyan ve basına yansıyan şu sözlerini hatırlarsak dikkat çekmek istediğimiz hususu daha da somutlamış oluruz: “Üzerimde siyasi baskısız davam olmadı!” MÜTEFEKKİR’e idam kararı veren Hâkim Metin Çetinbaş’ın sözleri ise bir o kadar hukuk garabeti: “Hata yapmış olabilirim!..” Yine bazı tv kanallarında “Biz adamı usulüne uygun yargılar asarız, delile ihtiyaç yok!” sözlerinin sarf edildiği bant kaydı konuşmalar da durumun bu anlamda gerçekten vahim olduğunu gösteriyor aslında.

Subjektif hukukun gerçek manada hukuk olmadığını, somut deliller gerektiğini, hukukun zan ve ihtimal hesaplarıyla temellendirilemeyeceğini, insanlara güven veren bir işleyişinin olması gerekirken tam aksi uygulamalar olduğunu, adil olmayan sözde adalet mekanizmasının ancak felaket getirebileceğini, mahkeme reisinin “olabilir, olsa olsa budur…” gibi öznel yargılarla verdiği kararın doğru ve tutarlı hiçbir açıklamasının olmadığını görüyoruz MİRZABEYOĞLU DAVASI’nda. Bırakın akli selim hukukçuları, vicdan ve izan sahibi sıradan vatandaş bile durumun olanına karşılık olması gerekenini görüp anlayabiliyorsa; hangi hukuk, hangi yargı sistemidir ki böyle bir adaletsizlik örneğini hukuk tarihine yazdırıyor.

Hep böyle olmadı mı? TC’nin en büyük yargı ayıplarından biri, bugün bir abide Topkapı’da. Üçlü Anıt Mezar. Bu memleketin Başbakanını, bakanlarını asan; sonra da “Pardon sanırız bir yanlışlık yapılmış, biz size hemen bir anıt mezar yapar, durumu kurtarırız.” işgüzarlığı da işte bu yargı sisteminin marifetleri. Hatta mezarı bile tayin edilememiş infazlar. Darbe yönetiminde yahut sivil yönetimde, ne zaman, nerde olursa olsun devlette devamlılık esastır. Kısacası yargı hataları sadece o günlerin sorumlularında değil, sistemin sorumluluğundadır.

Sorunuzla alakalı son olarak şunu da ifade etmek istiyorum: Bu yargı sisteminin akıl almaz zulmüne uğrayan ve her şeye rağmen dik duruşunu her şart, durum ve zamanda muhafaza eden,  Sayın MİRZABEYOĞLU bu süreçte yaşadıklarını hiçbir zaman mağduriyet edebiyatı yaparak ortaya koymamış, aksine fikirlerinin, davasının ve inancının gurur ve onurunu taşıyan  bir şahsiyet edasının timsali olmuştur.
Böylece;“Hâkim bir davayı temsil ettiğime göre mahkûm tavrı takınmayacağım tabiidir.” diyen KUMANDAN MİRZABEYOĞLU, müslümanca tavrın nasılını da ortaya koyandır.

Mirzabeyoğlu’nun 1992 de Kürt meselesine bakış açısındaki röportajında geçmişten günümüze Kemalizm’in Türklere ve Kürtlere yaptığı zulmün aynı olduğunu söylüyor.’ Eğer İslâm ile Kürt meselesini, birbirinden ayrı ve birbiriyle karşılaştırılabilir iki unsur zannıyla ele alırsanız, “Türk-İslâm sentezi” gibi şişeyle suyun sentezinden bahsedercesine bir fikir kelliğine düşülmüş olur’ diyor. İslamsız bir ırk kavramını önemsemiyor, ümmet prensibi ile hareket ediyor. Fakat iki binli yıllardaki büyük doğu özellikle de ibda’ın fikir ve görüş uzantısı olan insanlarda ve söylemlerde bir milliyetçilik havası endişesi ve eleştirisi var. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Rejim kendini idame edebilmek için hiçbir şekilde kendi yanlış ve eksiklerini  ve bunun da alternatifini ortaya koyan hiçbir düşünceye yahut yapılanmaya hayatiyet hakkı tanımamak için ayırım yapmıyor bir kere. Bu Türkse Türk, Kürtse Kürt. Bunun bir önemi yok. Pek çok Kürt var ki sistemle barışık, devletle barışık. Tırnak içinde söylüyorum akıllı uslu, efendi. Muhalefet olabilme potansiyeli de yok. Öyleyse sistem açısından burda bir problem yok. Diğer taraftan; sorgulayan, alternatif olan, bunun hem söylemini hem de eylemini gerçekleştiren Türk tehlikeli ve zararlıdır sistem için. Öyleyse bu noktada mesele Türk, Kürt meselesi değil. Ne kadar sisteme entegresiniz, ya da ne kadar karşısınız mesele bu. Karşıysanız Türk veya Kürt olmanızda bir seçicilik yoktur. Hal böyle olunca bu hususta Türklere ve Kürtlere yapılan zulüm tabii ki aynı olmuştur.

Şişeyle su meselesi, Müslümanlıkla Türklük meselesi, yahut daha da genellersek İslamiyet’le kavmiyet meselesine bakış açıları aynı kaynaktan beslendiğini iddia eden kişilerin, yani fikre muhatap olabilmeye çalışan kişilerin kendi anlayışlarıyla yaptıkları yorumlamalar ve değerlendirmeler sonucu şekillenmiş oluyor. Yoksa söylediğiniz gibi MÜTEFEKKİR’in bu husustaki fikirleri net. Bunun da ötesinde İslamiyet’in, Müslümanlığın referansları belli.  Bunlar ortadayken;  bilene, görene, anlayana göre bu meseleler çözümlenmişken bu hususta ve bununla birlikte birçok hususta farklı farklı Müslüman anlayışları var. Yani bu konudaki problemler kişiler ve kişilere bağlı anlayışlarla alakalı.

Ayrıca ve özellikle kavmiyetçilik manasındaki milliyetçiliğin bir psikoloji olduğu kanaatindeyim. Kendini yüceltme, üstün görme, soyuyla sopuyla övünme; bunlar psikolojik tatminler olsa gerek. “Benim babam, senin babanı döver; benim babam, senin babandan güçlü.” kabilinden çocukça kaprisler nerdeyse. Bu konu da çok ciddi bir eğitim de veriliyor zaten okullarda. Hepimiz yıllarca “Ne mutlu Türküm diyene!” demedik mi yıllarca, mutlu değilsek bile.

‘İdeolocya ve İhtilal’ adli eserinde Salih Mirzabeyoglu, ‘İslam dışı’ olan konu değil ancak konunun yorumu ve değerlendirmesi olabilir diyor.  Sürekli reaksiyon durumunda olan bir toplum kendi kalarak aksiyona nasıl geçebilir? Sözgelimi önüne konan TV gibi bir teknolojik aleti İslamileştirmek ya da tamamen reddetmek etkiye tepki yani reaksiyoner bir hareket değil midir?

Önce düşüncenin önemi, fikrin önemi, şuurun önemi… Bunun hakkını vermek durumundayız, yani her şey şuurda başlar. Tabii ki bu şuurun da sistemleşmesi yani mücerretten müşahhasa irca edilmesi de gerekiyor. Bölük pörçük yorumlamalar değil, birbirinden ayrı gayrı değerlendirmeler değil; MÜTEFEKKİR’in ifadesiyle meseleleri “sistem şuuruyla ve sistemin şuuruyla” çözmek.  Meseleleri şuur süzgecinden geçirerek aktif tavır takınamayan bir toplum oluşumuzun sebepleri var tabii.

Önce anlayış dedik, yani hangi meseleye nasıl bakmakla alakalı. Bunun da öncesinde bazı şeyleri mesele edip etmemekle alakalı. Bir kere bir meseleniz yoksa neye, niçin reaksiyon gösteresiniz. Yaşar gidersiniz mutlu mesud. Dünyalık kul sistemlerinde bu mümkün mü? Mümkün olmadığını görüyoruz, hatta yaşıyoruz ki, bugün bunları konuşuyoruz. Öte inancı olmadan, yaptığımız her şeyin hesabının görüleceği ve verileceği inanmışlığı olmadan, bu anlamda memuriyet ve mesuliyet sahibi olunmadan değil mesele çözmek, ancak mesele teşkil edilebilinir.

Reaksiyon- aksiyon dediniz; etki- tepki, yahut tez- antitez. Önce şunu ortaya koymak lazım; tez biziz, antitez onlar. Çünkü antitez, tez olmadan kendini ifade edemez, ortaya koyamaz; herhangi bir husustaki tez tek, antitezler farklı farklıdır. Tezimizi ise “İslama Muhatap Anlayış” çerçeveler.

Verdiğiniz TV örneğinde ya da başka bir örnekte, başka bir şekilde; tezimizi ortaya koymadığımız, icrasını gerçekleştirmediğimiz, bu icranın gereklerini kuşanmadığımız zaman etken değil, edilgen oluruz. Oysaki sadece savunan değil, yerine göre taarruz eden olmak durumundayız. Tabii ki hakkını alan, bırakın almak, arayan bir toplum olamayışımızın arka palanları var. Bir Cumhuriyet Tarihi gerçeği var, Demokles’in kılıcı gibi tepemizde TC’nin temel ilkeleri var. Sindirme politikaları var. His iptalleri var, kanıksamalar, “bana ne” ci tavırlar, kendine müslüman olmak gibi, bize dokunmayan yılanın bin yaşamasından rahatsız olmayanlarımız var. Hatta bu da bir latife olsun; onun arabası var, şunun katı, belki bunun da yatı. Yani rahatı yerinde pek çoğunun, pek çoğumuzun. Yok eden ve yok edilen bir cemiyetin içinde işte bu yok edilişin farkında olmak durumundayız. İş, ev, okul, çarşı, pazardan sonra bir de akşama dizi keyfi derken; değil farkında olmak, kimse de sizi fark etmeden çekip gidiliyor hayattan. Ve bu bir kısır döngüye dönüştüğünde ki, dönüşüyor; tepkisiz fertlerin oluşturduğu toplum olup çıkıyoruz. Hal bu kadar vahim mi derseniz. Yani bu kısır döngünün dışında kalan insanlar, anlayışlar, fikirler yok mu? Var elbette, var olmak mücadelesiyle birlikte. Zaten  bugün de işte bu mücadeleyi bayraklaştıran ve bu mücadelenin öncülüğünü yapan bir şahsiyeti konuşuyoruz.

‘İstiklal savaşını gayesine ulaştıracak ve manalı kılacak hareket Büyük Doğu İBDA çizgisidir.      İş sadece düşmanı kovduk ve kuru bir laftan olan İslam Devleti tabelası asma işi değildir’ diyor. İbda’ın işi nedir öyleyse?

Az önce ifade ettiğim  tesbitlerimizden de anlaşılacağı üzere mana planında İstiklal Harbi’miz devam etmekte. Bir müslüman olarak, duyarlı ve şuurlu bir müslüman olarak bunun aksini iddia edemeyiz. İçerde ve dışarda savaş sürüyor. İyi ve kötünün savaşı. Şimdi kalkıp da biri, nerde nasıl, diye sormaz umarız ki. Süngülerin çekildiği bir savaş değil çünkü bu. Keşke öyle olsaydı diyorum ben. Çünkü düşmanınızı direkt karşınızda görürsünüz, gelebilecek tehlikeyi kestirirsiniz, gardınızı alırsınız. Fakat Köroğlu’nun dediği gibi “Tüfek icad, oldu mertlik bozuldu.” Namert bir durum yani bu. Çünkü düşmanınız yanı başınızda çoğu zaman ve siz onun düşman olduğunun bile farkında değilsiniz. MÜTEFEKKİR, AYDINLIK SAVAŞÇILARI adlı eserinde;

“Kurtuluş Savaşıyla kurtardıklarımız

birlik oldu birlikte savaştıklarımızla

-bedeli ihanet oldu kanımızın-“
der. İşte böyle namert bir durum.

İstiklal Savaşı henüz gayesine ulaşmadı tesbiti bir kere laf olsun diye yapılmış bir tesbit değil. BÜYÜK DOĞU-İBDA hareketi için bu tesbiti yapmak gereğini de yapmak manasına gelir.

Zaten yapılan da budur, verilen mücadele budur. SALİH MİRZABEYOĞLU bugün neden içerdedir, neden idama ve müebbete çarptırılmıştır, neden TELEGRAM işkencesine maruzdur? Bu soruların cevabı sorunuzun da cevabı oluyor aslında. Tüm bu zulme içerden ve dışardan savaşın karşı tarafının müsebbip olduğu da ortadadır.

“İslama Muhatap Anlayış” davasını fert ve cemiyet planında hayata hakim kılmak İBDA’nın işi; bu davayı her alanda tesis ve temin etmek de inşaallah ki eseridir. Tüm sıkıntılara rağmen, “inanıyorsanız güçlüsünüz” ölçü mealiyle inanıyoruz ki “zafer mutlak iyinin bu dünya ve ötesinde”

Mirzabeyoğlu ‘Büyük Doğu’nun derinliği ve genişliği olan İBDA iddia ve ispatıyla ilan eder ki Naciye-yi fırkadır der ‘İbda Diyalektiği’ kitabında. Ardın da Allah Resulünün ashabıyla beraber bir kum tepesindeyken çapraz çizgiler çizdikten sonra sonra düz bir çizgi çektiği ve ibda’nın da bu doğru yolda olduğunun söylüyor. Bunu nasıl anlamalıyız.

Bunu en açık ve net şekliyle  MÜTEFEKKİR’in kendi ifadesiyle şöyle okuyabiliriz diye düşünüyorum:

Doğru: Allah ile Resûlü’nün bildirdiği…

Güzel: Allah ile Resûlü’nün gösterdiği…

İyi: Allah ile Resûlü’nün öğrettiği…
Peki bu nedir?

İşte bu Fırka-i Naciye – Kurtuluş Yolu’ndan başka bir şey değildir. BÜYÜK DOĞU – İBDA anlayışı da bu istikamet üzere… Bu yol Ehli Sünnet yoludur, bu da İBDA’nın en büyük hassasiyetlerindendir.

“İmân-istikâmet-kurtuluş” yolu birbirinin içinde mevzuular. Hûd Sûresi’nde “İstikâmet”i emrediyor Rabbimiz. “İstikâmet” der MÜTEFEKKİR “çetinlerin çetini bir iş.” Yine “İstikâmet olmasa iman derdi bedava” sözüyle de dikkatimizi çekiyor.  “Kurtuluş Yolu” üzerinde olup olmama tasasını taşımayan yandı…’ derken de fertler planında bizlere “Nefs Muhasebesi”ni, nefsimizi hesaba çekmenin önemi ve gereğini de hatırlatmış oluyor bir kez daha.

Mesele bizim meselemiz, yani müslümanların, iman eden, inananların. Şimdi memleketimizde küçük bir kesimin dışında kime sorarsanız, müslümandır, iman ehlidir de… Sonrası? İşte asıl sıkıntı orda.

‘Cahil elini şeriata değdirirse küfür doğar. Meseleleri İslam Şeriatı çerçevesinde değerlendirenlerin eli küfre değer ise şeriat (İslam şeriatı) doğar. İbda yaptığı işin sırrını büyük doğu diye gösterir ve bu taife elini küfre değdirirse şeriat doğar diyor’ Mirzabeyoğlu. Buradan anlıyoruz ki İbda yeni bir toplumsal sürece hazırlanıyor. Bu süreç toplumsal bir hareketle mi atağa geçecek yoksa siyasi bir oluşumla mı?

Bunu doğru düşünce ve doğru düşünce faaliyeti meselesiyle ortaya koymak gerekiyor kanaatimce. Cahil insan doğru düşünceye sahip olamadığı için, doğru düşünce faaliyetini de ortaya koyamayacaktır. Hal böyle olunca gerçekten de elini Şeriat’e değdirse, cehli sebebiyle aslına ve hakikatine eremeyeceğinden küfre sebebiyet verebilme tehlikesi var. Kendi sığ idrakiyle meselelere yaklaşmış olacak çünkü.

Ya da tam tersi meseleleri İslam Şeriat’i çerçevesinde değerlendirenler elini küfre değdirse Şeriat doğar. Bunu fikretmek ince ve derin bir mevzu. Küfür ve iman mevzuu içinde, hassas bir keyfiyet.

Örtmek, gizlemek anlamında küfür, yok saymak bir anlamda da.  Mantık dahilinde bile olan şey gizlenir, örtülür. Bu noktadan nihai olarak küfür imana giden bir süreçtir. İşte bu yönüyle de küfre dair her mevzuu işin ehli kimseler elinde, bir iman ve Şeriat mevzuuna irca edilebilir. Ama dediğimiz gibi bu gerçek manada alimlerin, ariflerin, mütefekkirlerin ve yine bu zatlara inanan bağlanan, onların ortaya koyduğu düşünce ve anlayışla meselelere vakıf olma çabasındakilerin işi olsa gerek. Basit ve sıradan mevzular olmadığından, basit ve sıradan insanların da işi değil elbet. Rikkat ve feraset sahibi olmak müslümanın vasıflarından olmalı diye hatırlayalım.

BÜYÜK DOĞU’dan bu yana İBDA bahsettiğiniz sürecin içinde olarak İBDA anlayışı dinamik unsurlar ihtiva eder. Bugün sizin yeni bir süreç olarak ifade ettiğiniz İBDA’nın dinamizmiyle alakalı aslında. Hep yeniden, hep yeniden… Sanıyorum sizin yeni bir süreç olarak ifadelendirdiğiniz, toplum açısından farkındalıkla da alakalı olabilir. Bunun değerlendirmesini size bırakmış olayım.  Şunu ifade etmiş olayım ki, BÜYÜK DOĞU – İBDA çizgisi dünden bugüne ve yarına hiçbir akâmete uğramadan sürmektedir.

Şimdi mücadele diyoruz. “Mücadele edemeyeceğimiz bir rejimi, mücadele edemeyeceğimiz bir rejime tercih etmemek, tek kelimeyle aptallık olur.” der Sayın MİRZABEYOĞLU ve ekler: “Mücadele edeceğimiz bir rejimi, particilik ve dernekçilik oynayacağımız, yan gelip yatacağımız, korumakla mükellef olduğumuz bir rejim gibi anlayanlar var. Mesele onu tepeleme şartlarını hazırlamada. Kanun yolunun faydalanılması hesabı bu noktada.”

Buradan bir dünya görüşünü hayata geçirmek adına dersimizi çıkartmamız gerekiyor ve çıkartmaya çalışıyoruz. Bizi getiren, onları götüren, her imkan ve her alan (legal ya da illegal ) değerlendirilebilmeli. Hangi vasıtayla olursa olsun, aslolan gaye. Vasıtalar sadece bu gayeye giden yolları döşer ki ihtilâl ve inkılapçı bir anlayışta, ihtilâl ve inkılaba giden değişim yollarını şöyle sıralar İDEOLOCYA VE İHTİLAL adlı eserinde Mütefekkir MİRZABEYOĞLU:

-Askeri Darbe

-Hukikî yoldan gelme ve darbe yapma

-Halk ihtilali

Bunlardan birinci yolun kapalı, ikinci yolun “güç” işi olduğunu ifade ederken, dikkatimizi çekmek istediği yolu fark ettiriyor bize.

Bu farkındalıkla beraber; toplumsal bir hareket yahut siyasal bir oluşum ya da başka bir tercihin lüzumu “gerekeni gerektiği yerde yapmak”tır. Kalıp ve ezber bir anlayış değil bu. Ne gerekiyorsa o olur, ama mutlaka olur!

Mustafa Kemalin birinci dünya savaşında büyük hizmetleri olan, 1883-1885 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu ve Amerika arasında ciddi bir diplomatik krizin içinde olan, Osmanlı ile barışçıl bir süreç izlediği için Avrupa ve İngiltere’nin yoğun baskısı altında olan aynı zamanda Erzurum kongresinin temsil heyetindeki aşiret reisi olan Hacı Musa Beyden yardım aldıktan sonra ittihat ve terakkiden ayrıldığı, kendi halkına yapılan baskılara direnmek amacıyla Azadi Örgütü nün bölge temsilcisi olduğu için sürgüne gönderip oğlunun ve yeğeninin başını kestirdiği bu değerli şahsiyetin torunlarından biri olan Salih Mirzabeyoğlu’nun hapiste olması İttihat ve Terakki kadrolarıyla ve Kemalizm’le olan hesaplaşmanın devamı mıdır? 

İyi ve kötünün  mücadelesi bu. Sayın MİRZABEYOĞLU’nun kendisi ve öncesinde de ailesi bu mücadelenin taraflarından olarak zulme uğratılmışlar tarihte ve günümüzde. Hep böyle oldu zaten. Resulullah (sav) devrinde müşriklerle müminler arasında, öncesinde Hz. İsa’nın (as) havarileri ve inkarcıların, Firavunla Hz. Musa’nın(as), en öncesinde de Habil’le Kabil’in hesaplaşması, mücadelesi…

Sayın SALİH MİRZABEYOĞLU’nun öncesinde ailesine uygulanan zulmün kan davası kabilinden görülen bir hesabı değil elbet bu. Bahsettiğiniz o talihsiz olaylar yaşanmamış, aile fertlerinin bazılarının hayatına kastedilmemiş olsaydı da, başka nice hayatlar üzerinden gerek memleketimizde gerek tüm dünyada süregelen bu zulüm sistemine baş kaldıracak olandır, mücadelesini verecek olandır ve bugün de bu mücadeleyi verendir, Sayın MİRZABEYOĞLU.

Saflar belli, kötüler belli; dün İttihat ve Terakki, bugün devamındaki zihniyet… İsimler değişiyor sadece; 28 Şubat oluyor, falan oluyor, filan oluyor. Zihniyet aynı. Sosyal, siyasal, hukuki, askeri bir çok yapılanması var bu zihniyetin. Dış bağlantıları var. İşbirlikçileri var. Ama kim varsa, ne varsa bunun karşısında duran hak aşıkları var. MİRZABEYOĞLU’nun ifadesiyle:

“MADEM Kİ BEN VARIM, ÖYLEYSE BU DAVA VAR!..”

SALİH MİRZABEYOĞLU’nun özgürlüğü salt maddi planda özgürlük değil elbet, fikirlerinin özgürlüğü ve hayata tatbikidir bana göre. Sayın MÜTEFEKKİR’in özgürlüğünü konuşurken fikirlerini de konuşmak gerektiğini düşünüyorum. Bazı “Özgürlükçüler” fikirlerine katılmam; ama SALİH MİRZABEYOĞLU’NA ÖZGÜRLÜK! derken keşke hangi fikirlerine, ne sebeplerle katılmadıklarını da ortaya koyabilecek fikri donanımları olabilse yahut katılmadıkları bu fikirlerden öncelikle haberdar olabilseler. Maalesef… Tabii ki bunu, herkes Sayın MÜTEFEKKİR’in fikirlerine katılmak zorundaymış gibi bir anlamda söylemiyorum. Şunun için söylüyorum; bir şeyi kabul etmek gibi reddetmek de kabul ettiğiniz veya reddettiğiniz şey hakkında bir fikir sahibi olmayı gerektirir. Aksi ise muhatapların seviyesini belirler.

Sizlerin bu hususta farkınız sorduğunuz ve üzerinde durduğunuz mevzuularla artı derecede kendini farkettiriyor. Sayın MİRZABEYOĞLU’nun özgürlüğünü konuşurken fikirleriyle birlikte konuşmak, bunlar üzerinde düşünmek, fert ve toplum meseleleri olarak irdelemek maalesef ki bu güne kadar çok da yapılan bir değerlendirme değil. Keşke olsa diyorum ben, keşke yaşadıklarına ve yaşamakta olduklarına rağmen, TELEGRAM işkencesine rağmen, ÖLÜM ODASI’nda, can pahasına düşünen ve düşüncelerini bizlere aktarmayı her şartta sürdüren, kalemi insanlık için bir meş’ale olan MÜTEFEKKİR’in en az özgürlüğü kadar fikirleri de konuşulabilse, üzerinde düşünülebilse.

İşte özellikle de dikkatimi çeken ve dikkat çekmeye çalıştığım bu husustan dolayı ŞEHRENGİZ Dergisi’ne kalbi muhabbetimle teşekkür ediyorum.

Kişilerin değeri; işleri, fikirleriyle doğru orantılıdır ya; bu minvalde Hz. Ömer’in, MÜTEFEKKİR’in eserinde de geçen şu sözünü hatırlatmak istiyorum:

“Bir insanın sorduğu sualden, onun zeka derecesini anlarım!”

Son olarak şunu da husûsen ifade etmek isterim ki İBDA’ya dair her şey MÜTEFEKKİR’’in eserlerinde ve hayatında ortaya konmuştur. Söyleşimizde ifade etmeye çalıştıklarım İBDA fikriyatından kendi anladıklarımdır.

Teşekkürlerimle…

Şehrengiz Dergisi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir