İyi bir fikir miydi, yaşadığı tufanı onunla paylaşmak? Hayat dediği dekoru yerle bir eden ve ardından, öncekinden bambaşka bir dünya getiren bu fırtınayı dillendirecek ne takati ne de isteği vardı. Kelimeler anlayamazken onu, kelimelerle anlatmaya kalkışmak her şeyi olduğu yerden daha da uzaklaştırmaktan başka neye yarardı ki. Oysa ona değer verdiğini bildiği tek dostuydu. Belki konuşmadan da anlardı onu. Hatta anlayabilirse, sadece böyle anlayabilirdi.
Durakta oturup onu beklediğini gördü. Yine geç kalınmışlık… Karanlık bir günün ardından kararan hava pek hissettirememişti kendini. Zaten içi kapkaranlık…
Elleri cebinde durağın sol tarafından girip dikildi karşısında. Okuduğu kitaptan başını kaldıran arkadaşı tebessümle :
— Her zamanki gibi geç kaldın.
Tebessümüne içten bir tebessümle karşılık verdiği an, fırtına sonrası toparlanması gereken onca hengâmenin üstesinden gelinebileceğine dair bir umudun olduğunu düşündü. Ve cevap verdi :
— Belki her zamanki gibi ama her zaman başka bir geç kalınmışlık içinde…
Yürümeye başladılar. Yüzünde gayriihtiyarî kalan tebessümü acı bir hatırlayışla geri çekti.
— İyi gördüm seni.
— Beni göremediğinin işareti bu…
— Sende göremediklerimin desek daha yerinde olur. Anlatırsan belki…
Ve artık anlayamaz…
Cevap vermedi. Sessizce yürümeye devam ettiler. Bu gündür yanıyordu sokak lambaları ama tam karanlıkta bir başka parlaklıkta… Karanlığın şiddeti nisbetinde parlak yahut parlaklığı nisbetinde karanlık… Yürüyen insanların aslı yerine gölgesini kuvvetlendiriyordu bu sokak lambaları. Silinen suretlerin, belirginleşen gölgeleri dolaşıyordu sokaklarda.
Tek katlı bir mekanın önünde bir an duraksayıp, içeri girdiler. İçerisi sakindi. Eski ahşap döşemeler ve duvarda birkaç basit tabloyla sade görünümlü bir yer… Pencere önünde bir masaya oturdular. Dışarıda tepeden görülen şehrin ışıkları titrek titrek göz kırpıyordu. Gökyüzüneyse ne zamandır bakmıyordu, yıldızlar buraları terkedeli çok olmuştu.
Bir süre sonra karşı taraftaki masaya siyah paltolu, elinde siyah bond çantasıyla bir adam yöneldi. Açık pencereden içeri giren hafif soğuk rüzgarın çaylarının dumanına yön verişini seyrederken, siyahlı adamın uzun paltosunu heybetle çıkarışı bir an dikkatini çekti. Arkadaşı :
— Galiba bir şeyler olmuş.
— Her zaman bir şeyler oluyor.
— Evet, her zaman bir şeyler oluyor doğru. Ama bugün gördüğüm sen önceki senden çok farklı. Konuşmuyorsun. Yol boyunca sustun. Ben sussam da sen anlatırdın. Evet, ciddi bir şeyler olmuş. Ve bana gelişiminden haber vermediğin şeyler… Seni bu kadar allak bullak edecek şeyin bir anda olması mümkün değil!
Onda ulaşamadığı, haberini alamadığı bir şeyler olduğunu anlayan arkadaşı sinirli bir tavırla çantasından sigara paketine uzanırken, arka taraftaki siyahlı adamın sigarasını yaktığı ateş gözünü aldı.
- Beni öncekinden farklı gördüğünü söylüyorsun. Bense bütün bir kainatı öncekinden farklı görüyorum.
Elinde yaktığı sigarasıyla ona doğru eğilen arkadaşı :
- Ne oldu peki, söylesene? Şu tiyatro karakteri yüzünden değil mi?
Yakalamıştı işte onu. Bir yarısının yaşadığı acılara, çektiği sancılara seyirci kalan diğer yarısı şimdi büyük bir soğukkanlılıkla anlatmaya hazırlanıyordu:
İçindeki kargaşaya mukabil, dışındaki siyahlı adam geldiğinden beri dikkatini çekiyordu. Etrafıyla tam ilgisiz tavırları ve giyimi bir esrarengizlik katmıştı ona. Birden adamın masasındaki boş sandalyeye arada bir bakıp mırıldandığını gördü. Ne yaptığını tam manalandıramadan dikkatini tekrar arkadaşına çevirerek:
- Evet, bir tiyatro sahnesine sığdırmaya çalıştım hayatı ya da hayata asla sığmayacak bir sahneyi dünyaya… Bir türlü seyirci kalmayı beceremedim ya belki de ondan bu halim… Kaç kere gördüm, çizdiğim resimlerin gerçeğine uymadığını. Hayal ve gerçek arasındaki bu çatışmam ruh bunaltılarından başka birkaç satır şey yazdırıyor bana o kadar… Ben bir karakterin hayatını, sevgisini, üzüntüsünü seyretmeye kalkıştım ama görüyorum ki bunları onunla yaşayan benmişim!
- Onu gerçekte tanımıyorsun bile. Sen bir şeyler yazıyorsun, sonra yazdıklarını oynamaya kalkışıyorsun. Yaşamadan yazamazsın!
Siyahlı adamın elinde sigarası yanındaki boş sandalyeye doğru dönmüş bir şeyler konuştuğundan emin olduğu an dona kaldı. Bu adam boşlukta, olmayan biriyle konuşuyordu. Bazen önüne dönüyor ve sanki birini dinliyor, bazı mimikler yapıyor, bir şeyleri izaha kalkışır gibi davranıp yine susuyordu. İlk kez böyle bir şeyle karşılaşmıştı. Orada gerçekten birini görüyor olabilir miydi? Onun ve diğerlerinin görememesi bunun yokluk manasına geliyor olması için ne kadar yeterliydi? İster istemez kendi haline mutabık bir misalle karşı karşıyaydı. Ama onun kadar gerçek dışı mıydı ?
—Yaşamadan yazamayacağımız doğru ama aslında yazılanı oynuyoruz! Şimdi yavaşça arkana dön ve şu siyahlı adamı seyret. Biz geldikten kısa bir süre sonra oraya oturdu ve bizim konuşmamız müddetince o da konuştu. Ama kimle, bilmiyorum. Çünkü yok! Karakterinin sözlerini kendisi yazıyor. Ya ben? Ona benziyor muyum sence?
Arkadaşı şaşırmıştı. Ona dönüp bir an durdu. Sonra ilginç bir yüz ifadesi takınarak:
-Evet, benziyorsun aslında, dedi. Çantasını alıp ayağa kaktı. Belki ben de burada yoktum ve her şeyi sen şu karşındaki boş sandalyeye karşı söyledin. Ne farkı var ki? dedi ve çıkıp gitti.
Şimdi karşısında boş bir sandalye ve karşı masada siyahlı adam… Bir ayna yansımasında olduğu gibi karşı karşıyalar. Acaba gerçekten fark yok muydu aralarında? Belki o anlattı siyahlı adam dinledi, belki siyahlı adam anlattı o dinledi. Ve ikisi de gerçek olduğunu başkalarının anlayamadığı birileriyle muhatab… Son kez adama bakıp arkadaşının arkasından onu yakalayabileceği ümidiyle çıktı.
Kevser HIŞIROĞLU