İnsanla başladı hayat ve insanla sürüyor binlerce yıldır. Dr. Alexis Carrel’in Nobel Tıp Ödülü’nü kazandığı “İnsan Denen Meçhul” eserinde ifade ettiği gibi “meçhul” mü gerçekten? Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu “İnsan” adlı eserinde “İnsan bu meçhul; meçhul olan, “insani hakikat” ve ondaki kaderimiz. “ ifadesiyle “insani hakikat”e dikkat çekiyor. Nerede insani hakikat, nerede modern dünyada bütün sırlarını ifşa etmiş, gizlenecek hiçbir şeyi kalmamış, adeta ortalık malı insan?
İki farklı insan; “belhum adal” olan da insan, eşrefi mahlukât da… Rezil de vezir de… Kul da sultan da… Şeytan da melek de… Cennet ehli de cehennemlik de… Zalim de o, mazlum da… Aciz de o, güçlü de; cahil de o, âlim de… Bunların hangilerinin kadın, hangilerinin erkek olduklarının ne ehemmiyeti var? İlkel toplumdaki insan mı, modern insan mı? Bu da teferruat aslında. Asl olan “insani hakikat”. Varlık ve yokluk, dünle bugün, yaşamla ölüm arasındaki insanın, insanlığın istikâmeti hangi yöne? İyiye mi, kötüye mi gidiyor insanlık?
Biliyoruz ki tarih boyunca azgın, süfli kavimler, insanlar olmuş ve Allah’ın gazabına uğramış bunlar. Peygamber Efendimiz’den (sav) sonra ise toplu bir helâk yok, Peygamberimizin hürmetine… Peki gayri müslim toplumlar bir yana, Peygamber ümmeti, İslamiyet mensupları bizler hak ediyor muyuz bunu? Müslümanlar başlarına gelen felaketleri neden durup düşünmezler; acabasını, nedenini? Düşünmek en büyük nimet oysa. İnsan olarak ve Müslüman olarak önce kendimizi tanımakla bunun için de “ben kimim?” diye sormakla başlamalı düşünmeye.
Bir Kadın, Bir Erkek
“ Ey insanlar, doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık… Şüphesiz ki Allah katında en üstününüz ondan en çok korkanınızdır.” buyuran Rabbimizin katında en üstün, ondan en çok korkan. Kadın veya erkeğin birbirine üstünlüğü değil. Hal böyleyken adeta yarıştırılan iki cins, kadın ve erkek. Sadece biyolojik varlıklar değil, yalnızca cinsiyet ifadesi de değil kadın-erkek. Fıtrat, ruh, gönül, şuur da aynı zamanda. Bedenle tüm bunların ve daha fazlasının uyumu, terkibi kadın ve erkek.
Ve kendimizi bildikçe Rabbimizi bilmekle devam eden muhakeme, muhasebe…
“Nefsini bilen Rabbini bildi.” buyuruyor Allah’ın Sevgilisi. Peki nefsimizi, kendimizi bilmeyi zorlaştıran tesirler yok mu? Maalesef ki pek çok… Modernizm ve getirileri de bunlardan… Nefsi kendinden memnun kılan nice cazip tuzakları, ağları var modern dünyanın. Dışı cilalı, içi belalı o çekici ağına düşürüyor çocukları, gençleri, kadın-erkek ve aileyi. Kapanındaki peyniri görüp, kapanı fark etmeyen farenin durumu gibi.
“İnsan başını fare kafasından ayıran tek haslet ve haysiyet, fikir, mücerret fikir, arayıcı, tarayıcı, çırpınıcı, çatlayıcı fikir.” der Üstad Necip Fazıl.
Oysa, mücerret fikirden fersah fersah uzak maddeci, egoist, çıkarcı modern bir dünyada uçuruma yakın bir yerlerde sürdürüyor hayatını çağdaş-modern insan. O kadar uçuruma yakın ki ya itilip kaybediyor hayatını, yahut kendi sonlandırıyor yaşantısını bazen. Bazen de ölmek mi, yaşamak mı pek de farkı olmayan, insana yakışmayan hayvani derekeden bir hayat sürüyor.
Peki buraya kadar gelen süreçte neler yaşanıyor ki nasıl fark edilmiyor gidişat? Nasıl oluyor da aslında sonu başından belli olan bu yolda avuntularla oyalanıyor günü birlik meraklarla, heveslerle…
Aile
Aileyle çıkıyoruz yolumuza ilkin, hayat yoluna… Bu öyle bir yol ki ahirete de giden yol aynı zamanda. Daha sonra okul, beraberinde çevre, sosyal hayat, ardından iş dünyası vesaire… Hayatın belli bir döneminde (gençlik) çıkılan ve eğer doğru bir seçim yapılmışsa mezara kadar süren bir yol da evlilik hayatı. Değil mezara kadar, pazara kadar ancak sürüyor günümüzde pek çok evlilik.
Eş seçimiyle başlıyor çoğu zaman yanlışlar, aldanışlar. Maalesef ki önce birbirleri için münasip uyumlu olmayan gençlerin çeşitli sebeplerle yanlış seçimleri ve sağlıksız aileler… Kadın ve erkeğin kimliği, kişiliği, eğitimi, sosyal ve kültürel aidiyeti, aile mensubiyeti, inançları, ahlakı bir tarafa; gelip geçici arzular, hevesler, özentiler, para pul vesair daha belirleyici oluyor çoğu zaman evliliklerde. Ölçülüp biçilmeden dikilen elbise bedene ya dar geliyor ya da bol. Ziyan olan hayatlar desek de çoğularına göre “olmadı, bir başkasını”, “o da olmadıysa bir diğerini” anlayışı daha ağır basıyor. “Denerim, olmazsa başka denerim.” gibi mağazadan mal alırmış rahatlığındakiler de yok değil. Sadece boşanmayla kalmayıp ortada kalan çocukların durumundan tutun da maddi yahut manevi ölümcül başkaca felaketlere de yol açabiliyor.
Günümüz modern toplumunda aile müessesinin dejenere olduğu aşikâr, dolayısıyla cemiyetin… Peki marazi toplum yapısı mı aileyi bozuyor, yoksa sağlıksız aileler mi ruh ve ahlaken zayıf bir toplum meydana getiriyor? Yumurta ve tavuk meselesi gibi, biri diğerinden ayırt edilemeyen bir durum çıkıyor ortaya.
Önce ailelerin nesil farklılıkları… Bu farklılıklar çatışmaya varıyor git gide. Ucube bir hal alıyor nihayetinde. Yolda, orda burda gördüğümüz değil dede-torunun, anne-kızın, baba-oğulun dış görünüşleri bile tercihlerinin ne kadar farklı olduğuna bir misal. Anadolu insanı görünümünde bir annenin yanındaki son derece modern genç kızı görünce durup düşünmüş, belki de hayıflanmışızdır içten içe. Ki özellikle kadının en güzel hasleti hicaptan gelen “mahcup”luk iken, maalesef… Hicap insanın temel vasıflarından. Bu yüzden aslında iki taraf için de geçerli bu tenkit. Kadın için neyse, erkek için de o, olması gereken.
Hal dış görünüşle kalmıyor tabii, zihniyet, duyuş-düşünüş, yaşayış tarzı olarak farklı farklı dünyaların insanları sanki, aynı çatı altında bireyler.
Çocuk veya genç aileden topluma kapıyı araladığı an değişim rüzgârları esiyor. Eğer ailenin kendisi de bu rüzgârlara mukavemet edemiyorsa, yahut edememişse veya böyle bir meselesi, anlayışı zaten yoksa çocuk veya genç hiç edemiyor.
Okul
Aileden sosyal hayata geçiş ilkin okula gitmeyle başlıyor. Eğitim kurumlarımızda çocuklarımız eğitilirken öğütülüyor da çoğu zaman, modernizm adına.
Eğitim kurumlarının hem fiziki hem fikri altyapısı, Batı endeksli cumhuriyetten bu yana. Tabii cumhuriyetten öncesinde de var Batılı anlayış. Onlar gibi olmak arzusu, özentisi…Tanzimat Döneminde Batı’dan gelen rüzgârlara kapılıp nezle olan devletin, cumhuriyette hem beynine hem ciğerlerine kadar işliyor virüs.
Fiziki yapıdaki önemli sıkıntıların başında karma eğitim geliyor. Daha ana okulu yıllarında başlayan, ilköğretim, ortaöğretim ve yüksek öğretimin hemen hemen her türünde ve birçok kurumda kızlı erkekli sınıflarda, aynı sınıflar ve özellikle de ilköğretimde aynı sıralar paylaşılıyor. Neredeyse kız-erkek farklılığı diye bir anlayış ortadan kalktı. “Eşitlik” denilen kendi içinde tutarsız bu anlayışla sınırlar ne bilinir ne de korunup kollanır oldu. Kadınsı erkekler, erkek gibi kadınların belki de ilk yuvalandıkları yerler maalesef ki eğitim kurumları oluyor bu sebeple. Bir kız çocuk, karşı cinsi kendi gibi görüyor, kız arkadaşı gibi davranıyor. Yahut erkek çocuk için tam tersi. Bir de özellikle kadınların “bana bir şey olmaz, başımın çaresine bakarım” gibi ego patlamasının sonucu maalesef ki hiç de iyi sonuçlar doğurmuyor.
Eğitimin fikir alt yapısına gelince durum çok daha vahim. Sinsice işliyor süreç. Batı endeksli bir milli eğitimde nesil eğitiliyor görünse de aslında öğütülüyor zihinler ve ruh dünyası. Memnu (yasak) aşklar edebi eser(!) olarak daha 15-16’lı yaşlarda okutuluyor öğrencilere. Çoğu sistemin gönüllü parçası öğretmenlerin durumu daha da düşündürücü. Kendi yaşam tarzını bilerek bazen de bilinçsizce sunuyor öğrenciye ve örnek model oluyor.
Fiziki, fikri, ruhi ve ahlaki anlayışımızla, dini inançlarımızla ne kadar mutabık olabilir ki referansını Batı’dan alan sistem ve bu sistem içindeki eğitim?.. Tabii ki tüm bunlar cumhuriyetten bu yana cemiyetin her alandaki realitesi. Hal böyleyken zaman zaman birtakım ıslah çalışmalarını, gayretlerini görmemek haksızlık olur özellikle son yıllarda. Misal, imam-hatip okullarının sayılarının ihtiyaca göre arttırılması bunlardan biri. Bu kemmiyet artışı önemsemekle birlikte yeterli olmadığını da belirtmek gerekir. Aslolan keyfiyettir her zaman. Yıllarca tüm baskılara, haksızlıklara direnen ve ayakta kalmaya çalışan İHL’lerde bugün nihayet rahat nefes alınabilmekte. Buna rağmen sistemin kendinden ve birtakım uygulamalardan ötürü yine de tam manasıyla olması gereken değil, bu okullardaki eğitim dahi bazı yönlerden.
Eğitimin en bize uygun olabilenin de dahi sıkıntılar varsa ki var, ya diğerleri?
Aile-Çevre Çatışması
Çocuk veya gençlerin aileden adımını dışarı attığı anda karşılaştığı en riskli faktörlerden biri de çevre. Sosyal çevre, yaş dönemi (özellikle ergenlik) gibi faktörlerle de ailenin aleyhinde tesiri altına alabiliyor çocukları ve ailede başka, sosyal hayatta, okulda başka kişilik özelliklerine sahipmiş gibi davranabiliyorlar çocuklar. Aileden sıkılırken arkadaş çevresinde daha mutlu olabiliyor. Böylece aileden uzaklaşmalar başlıyor ve aileden kopmalara kadar gidebiliyor durum. Ve yine özellikle giderek yaygınlaşan stres patlaması, psikolog terapileri ve anti depresan ilaçlar bu neslin ruh yapısının ne kadar yıpranmış yahut yıpratılmış olduğuna da bir işaret. Aileler ise çoğu zaman çaresiz kalabiliyor; bazen daha da sıkı bir anlayışla çocuğunu kontrol altında tutmaya çalışırken bazen de sınırlarını genişletebiliyor, özgürlük alanlarını mesela.
Böylece devam eden süreçte çocuklar büyüyor gençler evlilik aşamasına geliyor. Bu aşamada yine süreç çoğunlukla gençlerin lehinde işliyor. Lehinde oluşu yani gençlerin istekleri anlamında. Ailenin çok da bir tercih hakkı kalamayabiliyor. Oysa anne-babaların ve diğer aile büyüklerinin nerdeyse hayat kurtaran tecrübeleri tarihi bir efsane, hikaye niteliğinden öteye geçemiyor maalesef. Hal böyle olunca kısa süreli evlilikler, sıkıntılara hiçbir şekilde katlanmak istemeyen eşler, mahkeme salonları, adeta kanıksanmış “anlaşamadık” mazeretleri ve dağılan aile, ortada kalan problemli çocuklar…
İş Hayatı, Ekonomik Özgürlükler
Okullarda kendi fıtrat hususiyetlerine göre yetiştirilmeyen çocuk ve gençler okullarını bitirip iş hayatına atıldıklarında da mevcut problemler daha da çetrefilli hal alıyor.
Erkeklerin bir iş ve meslek sahibi olmaları, ailelerinin geçimini sağlamak gibi sorumlulukları kadının üzerine birinci dereceden vazife olmamakla birlikte pek çok kadın gönüllü ve gayet istekli olarak iş hayatına atılıyor. Ekonomik özgürlük, erkeğe bağımlı olmamak bunun da ötesinde bir çevre edinmek hatta vakit geçirmek gibi sebeplerle bile iş hayatının bir parçası oluyor özellikle büyük şehirlerde kadın. Kendisine daha yakışan öğretmenlik, doktorluk gibi mesleklerden ziyade hemen hemen her iş ve meslek grubunda kadın çalışanlar, erkeklerin sayısından hiç de az değil. Kadın erkek ayırımını kalmadığı için belki de böyle bir durum ortaya çıkıyor. Güçlü erkek, naif kadın anlayışı pek de modern bir anlayış değil günümüzde. Kadın adeta erkekle yarışırcasına koşturuyor. Sabahın erken saatlerinde evinden çıkan, akşamın karanlığında evine dönen güçlü(!) kadın, yorgun anne, bıkkın eş oluyor. Ve tabiat kendine uyum sağlamayanlardan çıkarıyor acısını. Denge bozulunca ibresi de bozuluyor terazinin. Ölçüler ölçüsüzlük oluveriyor ve yine aileler dağılıyor, ekonomik özgürlüğünün yahut refahının peşinde koşan, parası olan, huzuru olmayan insanlar yığını. Ve yine boşanma salgını.
Ölümlü İnsanın Ölümsüzlük Fantazisi
Anti Aging-Yaşlanma Karşıtı- Hayat
Hayat, doğum ile ölüm arasında geçen süreç. Dünya hayatı yani… Hayatın gayesi ne, ya varlık sebebimiz? Bu soruları soruyor muyuz kendimize, soruyor ve düşünüyor muyuz? Düşünüyor ve gereğini yapıyor muyuz? Ne ve ne kadar?
Bazı felsefeciler hayatı hiçten ibaret kabul etseler de biz Müslümanların böyle bir lüksü olamaz.
“Hiç”felsefesine Müslümanca karşılık Üstad Necip Fazıl’dan:
“Âlemin küfre göre hem başı hem sonu hiç
İki hiç arasında varlık olur mu ki hiç?”
“Hiç”ten gelen ve “hiç”e giden bir hayat anlayışın tek faydası toprağa gübre sağlamak olsa gerek.
Bize göre hayat(dünya) ebedi hayata (ahiret) geçit sağlamak bakımından mühim. Ahiretin tarlası yani, dünyayı değerli kılan da bu. Hakikat bu olsa da hiç ölmeyecek gibi dünyaya meyletmek de insanoğlunun gafleti. Dünyaya bağlanmak hatta zamana direnmek gayreti. Hep genç kalmak arzusu da bundan belki. Estetik operasyonlar, anti aging ürünlere özellikle kadınların talebi malumken erkeklerin de ilgisi artmakta. Adeta bir “güzellik ideolojisi” oluşmuş gibi. Güzellik ve genç kalma… Tabii ki maddi plandaki güzellik ve gençlik umrunda modern insanın, genellersek. Ya ruh güzellikleri?..
Mezara doğru yer çekimi kanununa karşı zaman kazanmak olsa da bu çabalar, kaçış yok, kurtuluş da… “Her nefis ölümü tadacak!” nasıl olsa. Peygamber ihtarı ise: “Ölmeden önce ölünüz.” Çünkü “Ölümü anmak günahlardan korur.”
Ölüm çok kimseye sevimsiz gelse de Müslümanca bir teslimiyet olması gereken ve gerçek bir mümin için “güzel şey” ölüm.
Yunus Emre:
“Ölür ise ten ölür
Canlar ölesi değil” derken ölümün beden için yokluk olsa da ruh-can için öyle olmadığını söyler.
Mevlâna’da “Şebi Arus”tur ölüm.
Said Nursi “Ölümü öldüremezsiniz.” der, tabii ki kul planında. Necip Fazıl ise “Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun.” diyerek teslim eder kendini Rabbe ve şükreder. Salih Mirzabeyoğlu da bir doğruyu şöyle ifadelendirir.
“Ölmek için mi doğduk, asıl olmak doğrusu”
Olan ve olması gereken yaşam ve ölüm tefekkürlerinden birkaçı bunlar.
Batı’da ölüm gerçeğine bakıştan misaller ise:
“Hayatın bütün gayesi ölümdür.” der Sigmund Freud.
Octavio Paz “Nasıl öldüğümüz kim olduğumuzu gösterir. Ölümlerimiz anlamdan yoksunsa hayatımız da yoksun demektir.” ifadesiyle ne de doğru bir tespit yapıyor. Ve yine Paz’a göre ölümü inkâr eden bu uygarlık, modern Batı uygarlığı gerçekten hayatı da inkâr etmiş olmaktadır.
Belki de olması gereken “ölüme hayat vermek!” Milton!un “Ölüm, ebediyet sarayının kapılarını açan altın anahtardır.”sözüne de dikkat edersek ölüm sırrının cazibesini düşünmemek ne mümkün. Boudrillard’ın sorduğu şu soru da yine ölüme dair: “Doğumla belirlenen astrolojik burca bu kadar önem verilirken ölüm burcuna neden önem verilmiyor?” Neden? Düşünmek lazım…
Ölüm üzerine artısıyla eksisisyle bunca düşünce üretilmiş ve geliştirilmişken peki ya maddeci-modernist anlayış için ne ifade eder hayat ve ölüm? Onlar dünya için yaşar, sonra da ölür giderler dünyadan inanmadıkları yahut, önemsemedikleri bir buuta.
Hayata bakışı, onu nasıl anlamlandırdığı insanın yaşadığı hayatı doğrudan etkiliyor tabii olarak. İşte ruhsuz modern insan manevi bir tefekkürden uzak yaşadığı bu hayatta hep genç ve güzel kalmanın derdinde. Güzel bir fizik, ihmal edilmiş bir ruhla bütünleşse ne işe yarar?
Dış güzelliğin fazlasıyla önemsendiği bir zamanda yaşıyoruz. Yaşlanmak ve o kadar bağlandığı dünyayı terk edip gitmek modern insanın açmazlarından biri olunca hayata pozitif bakamıyor ve pozitif düşünemediği için de mutsuz ve huzursuzluk sendromları yine psikolojik vakalar olarak çıkıyor karşımıza. Pozitif düşünceyi “doğru düşünce” olarak da telakki edersek “Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz.” hakikatine dikkat çekmek gerekir. Çehresi parlak, cildi gergin ve ölçüleri uygun da olsa pörsümüş bir ruhla yaşayan canlı cenazeler yığını. Tabii ki bu garabet durum sadece kişilerin değil, toplumun da ruh yapısını bozuyor. Ya fazlaca ego yahut hayattan silik tiplerin kurdukları ailelerde, kendine güven duygusunda artı-eksi dengesizlikler, yine mutsuz sona giden yolun işaret taşları oluyor ve yine boşanma salgını…
Feminist Kadın, Sadist Erkek
Kim ne derse, nasıl tanımlarsa tanımlasın feminizmin ana öğretisi erkek karşıtlığı. Çünkü onlar bütün kötülüklerin sebebini erkekler olarak görürler. Onlara göre en iyi erkek, kadına tabii olan erkek. Kadının erkeğe tabii oluşunu ise asla kabullenmezler. Günümüzde kadın kendisinin feminist olduğunu bilip bilmeden feminist düşüncelere sahip çoğu zaman. Bu nasıl oluyor derseniz: Özgürlük anlayışıyla, erkeklerle yarışır tavırlarıyla, kadınların ne olursa olsun haklı oldukları gibi psikolojik takıntılarıyla vesaire… Bu kadınların çoğuna “feminist misin?” diye bir soru yöneltilse feminizmin ne olduğundan bile habersiz olduklarını fark etmek çok da zor değil.
Yıllarca televizyonlarda, sosyal mecralarda köpürtülen kadın hakları programları neden kadını mutlu edemedi? Kadına şiddeti engellemek bir yana artırdı, bazı haklar. Çünkü kadın poh pohlanan egosuyla hakkı olmayanı da hakkı görmeye başlar oldu. Sorumlulukları ona yük külfet gelmeye başladı. Başkaldırmayı hak bildi. Sabretmek hele ki hiç girmedi lügatine. Çünkü bu enayilikti.
Sıkıntı çekmek, kadın olsun, erkek olsun kul olarak bizim imtihanımız olduğu kimin umrunda? “İnceldiği yerden kopsun.” anlayışı kopardı aile bağlarını ve yine boşanma salgını.
Tabii ki sadece feminist anlayış ve feminist kadınlar değil bunun müsebbibi. Allah’ın verdiği fıtrat özelliklere adeta isyan eden feminist kadın var da, yine Allah’ın verdiği fıtrat özelliklerine göre kadına davranmayan, vuran kıran, sayıp söğen sadist erkekler yok mu? Var tabii… Fazlasıyla hem de. Her ikisi de yanlış, her ikisi de insana yakışmayan insan numuneleri. Kaba kuvvet, vurmak kırmak gibi şiddet gösterileri genelde geri kalmış insanlara ve toplumlara yakıştırılırken günümüz modern toplumunda giderek artan bir yaygınlık kazanması aslında modernizm denilen çağdaşlığın(!) gerçekte ilkel bir durum olduğunun da ironisi ayrıca.
Medeni Hukuk
Batı- İsviçre referanslı bir medeni hukukun adaletinin insafına teslim aile müessesemiz. “1926’da kabul edilen Medeni Kanun, Türkiye’de laik bir hukuk sisteminin başlangıcını teşkil etmiştir. Bu kanun ile toplumsal alanda kadın erkek eşitliği sağlanmış, kadınlara istediği mesleği seçme hakkı verilmiş, resmi nikah mecburi hale getirilmiş, tek eşle evlilik sistemi benimsenmiş, kadınlara miras konusunda eşitlik ilkesi getirilmiş, boşanmalarda kadın güvence altına alınmıştır.” Ansiklopedik bilgiler bu minvalde medeni kanunla alakalı.
Gariptir ki bu haklara sahip cumhuriyet kadını, dün sözüm ona bu haklara sahip olmayan Osmanlı kadınından daha mı mutlu, huzurlu? Medeni hukuk ve ailede durum böyle de, diğer alanlarda durum farklı mı? Maalesef… Eğitimden kültüre, ilimden bilime, ekonomiden hatta askeri alana kadar henüz kendisi olamamış bir ülkeyiz. Yedi iklim, yedi kıta Şanlı Osmanlı’nın savrulan külleri üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde manzara bu.
Yine de bu memleket bizim, ecdattan hatıra, yarın da çocuklarımıza emanet edeceğimiz bu vatandan ve cemiyetten sorumluyuz. Bu vatanda tarihimiz var, ecdadımız ve hatırları var. Din ü devlet uğruna dökülen kanlar var. Mübarek insanlar bu topraklarda medfun. Sahabiler, Osmanlı sultanları, alim ve arifler, veli kullar… Gelecek nesillere devredeceğimiz pek çok değerlerden tüm bunlar. Maddi ve manevi pek çok güzellik… Emanetimizi devredeceğimiz nesil, böyle modernizm furyasıyla savrulup giderse ne taşıyabiliriz ki çağlara, kuru toprak parçasından başka. Vatanı vatan yapan şuurdur, fikirdir. Şuursuz yahut şuurları iğdiş edilmiş nesillerden ne bekleyebiliriz?
Milletler illa topla tüfekle silinmez tarih sahnesinden. Dejenere olarak, özünü, kendini var eden değerleri kaybederse yok olur, ölür ancak. Tabii ki bu da öyle birkaç yılın değil, asırların sonucu olabilir. Yani şu andaki duruma bakıp da yok öyle bir tehlike, demek fazla iyimserlik olur. Kötümser de değiliz bu hususta. Tehlikenin farkında olarak gereken mesuliyette olmak kötümserlik olmamalı, değil de zaten. Bu bir tesbit…
Modernizm kıskacındaki ailenin-insanların vardığı nokta hiç de iç açıcı değil. Tabii ki kendini modernizmin bu kötü tesirinden koruyabilenler de var. Ya koruyamayanlar? Bu gibi evliliklerin akıbeti en iyi ihtimalle boşanma. En kötüleri ise ölüm, intihar, darp vesaire… Kısacası mutsuz ve huzursuz nesil…
Son Tahlilde
-Fert Plânında-
Peki ne olmalı, nasıl olmalı, ne yapmalıyız? Topluma sunacağımız bir reçetemiz olmalı, bir iddiamız vatsa ispatımız da olmalı ve halli hususunda fikirlerimiz…Teklif ettiğimiz bir dünya görüşü olmalı, yaşanmaya değer hayata dair.
“Din nasihattir.” ölçüsüyle Allah’ın bildirdiği, Resul’ün gösterdiği iyiyi, doğruyu, güzeli ifade etmek ve uygulamak hepimizin mesuliyeti fert fert. Her Müslüman örnek şahsiyet olmalı aynı zamanda toplumda. Eğitimi, kültürü, sosyal durumu aile yapısı vesair hususlarda saygı duyulan kişiler… Bazen telkin dili, sözden daha etkili olabilir. Ruha hitap ederek yani…
Bir Müslüman medeni hukuktan da önce Allah’la olan hukukuyla düzenler aile hayatını, kendi hayatını da tabii. Müslüman kadın olarak mesuliyetler ve haklar, Müslüman erkek olarak mesuliyetler ve haklardır aslolan. Dinimizde yasaklar ve haramlar açık net belli iken kadın erkek münasebetlerinin fazlaca modern oluşu maalesef ki kanıksanır oldu. Belli sebeplerle yaşanan hal ve gelinen sonuçlar o kadar yaygınlaştı ki anormal durumlar, normal hale geldi nerdeyse. Normali ve anormali, doğruyu ve yanlışı, güzeli ve çirkini, iyiyi ve kötüyü önce tam olarak birbirinden ayırmak gerekiyor. Bunu yaparken de referanslarımız günübirlik değişkenler değil, mutlak ölçüler olmalı elbette. Kadın olsun, erkek olsun herkes önce kendini tamamlamak ve düzeltmekle mükellef. “Bir topluluk kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” ayetindeki uyarıya dikkat!
-Cemiyet Plânında-
Tabii ki fert tek başına değil toplum içinde. Kişi kendini ne kadar düzeltmek çabasında olursa da yaşadığı toplum veya sistemin şartları içerisinde yaşıyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz hukuk sistemi, eğitim sistemi gibi… Öyleyse cemiyeti hizaya çekecek bir sistem anlayışı da olmazsa olmaz. Burada sistem şuurunun önemini hatırlayalım. Sosyal-kültürel, ekonomik-politik, hukuk ve daha pek çok alanı toplamında düzenleyecek olan sistemdir. Yanlış teraziyle doğru tartamayacağımız gibi, yahut bozuk bir makineden defolu ürünlerin çıkmasının kaçınılmazlığı gibi…
Kendi özüne değerlerine, kültürüne, inancına ters düşen ne varsa tüm bunları aslına inkılâp ettirecek bir sistem asıl ihtiyaç. Bu da mutlak fikrin vasıta sisteminde fikrin eşya ve hadiseler üzerine tatbiki demek. Bir üniversitenin fakülteleri gibi, hepsi mutlak’a, asıl’a, bir’e nisbetle… O bir ki Mutlak Bir, onun muradına muhatap olmak da İSLAMA MUHATAP ANLAYIŞ. Bu anlayışı eşya ve hadiselere tatbik fikri… Bütün fikrin gerekliliği de bu yüzden. Bu anlayış ki tüm toplumu ve dahi aileyi yeniden yapılandıracak ve hayatı tüm yönleriyle yaşanmaya değer kılacak. Tesisi ve temini için, var mısınız?..
Fatma PARMAKSIZ